Kadıköyü’nün asude bir mıntıkasında tuttuğum dükkân yârânın gediklisi olduğu tekkeye döndü. Dâiran-mâ-dâr kütüb-i nefîse ve sefîlenin süslediği dört duvarın bahşettiği efsunlu hava başlanılan her sohbeti hemân-dem koyultuyor, demliyor. Dükkânın gelip gideni az çok takarrur edince insan kimin ne meşrepte olduğunu hafif tertip kestirmeye başlıyor. Akademyanın kerliferli müntesipleri, kağıtçı tayfası, üniversite sevdasıyla yolu İstanbul’a düşen ter-bıyıklı, kitapla muaşakaya başlamış yeniyetme gençler, umumiyetle saçlarını taramak külfetine katlanmaktan yorulmuş, yorgun gözlerini iki camın ardına saklamayı tercih eden hanım kızlar vs.
Geçende yine ikindi sularında toplanmaya başladı meclis. Bizim kağıtçı Yusuf, İsmail Hoca, Muammer Bey derken ortam ufaktan ısınmaya yüz tuttu. Sual sormak da hüner işidir, Yusuf sever sormayı. Yekten bana dönüp, “Memleketin en mümeyyiz vasfı sence nedir, Baba”, diye sordu. Bilâ-tereddüt “renk vermemek”, dedim. “Nasıl yaani?!” dedi, biraz kaşları çatılmış, suratı ekşimişti. Kendisini makaraya aldığım zehabına kapıldı, zâhir. Bazen Hoca, kimi zaman da ben yersiz suallerine, biraz da zaman kazanmak için, böyle tuhaf ve nâ-becâ karşılıklar vermeyi yeğleriz. Yusuf sever tartışmaları; muhatabının yaşına pek itibar etmez. Bam teline basılıverilsin; ya Rabbe’l-âlemin, basar yaygarayı. Hızını alamayınca bir iki küfür de savuruverir!
Arada hatırlatırım; bak oğlum, yazıyorum olanı biteni kenara; çenene mukayyet ol. Nâmını fena yâd ettirme âleme. Pek oralı olmaz. “Beni kelimelerle korkutamazsın Rüstem Baba!” der, geçer.
Neyse; sadedden uzak düştük, dönelim! Nasıl yaani, demişti Yusuf en son. Dedim ki yavrum, bak. Bu memlekette, nedendir bilmem, kimse pek sesle konuşmaz bildiği doğruları. Yazamaz da. İki “hem-fikir” yan yana gelip muhabbete dalınca sohbetin bir ucu muhakkak ya tarihe dokunur, ya siyasete. Birbirlerini “jurnallemeyecek” olduklarına iman etmişlikleri vardır, ellerine aldıkları her mevzuu yahut her bir adamı boya-badana edip geçerler. Ya tazece bir metin okumuş, ya gavurların dediği gibi “top sikrıt” bir vesika görmüşlerdir. Bunun üzerine açarlar eski defterleri; sözüm-ona dümdüz giderler. Fakat konuşulan hiçbir kelimeyi bırak “sosyal medya”da yazmayı, şahs-ı sâlise dahi nakletmekten içtinap ederler. Memleketin hemen cümle nüfusu mask takarlar kuzum. İnanır mısın bilmem, geçen bir müderris ahbabım, “yahu adam akıllı bir tenkit gördüm geçende sosyal medyada, fezâil-i Cumhuriyete ve bilhassa recime muhalif misin yoksa, derler diye vallahi layk bile atamadım” dedi.
Muammer Bey, çay koymak için ocağa doğru yeltenmişti; böyle derin mevzulara saplandığımızı görünce omzunu kitaplığın birine verip dinleyedurmuş. Hem sosyoloji majörü vardır efendi beyin, hem tarih. Haliyle ahvâl-i memleket üzerine dinlemeyi de sever, söylemeyi de. Haklısın Baba Rüstem, dedi. “Cümle âlem idâre-i maslahatçı olmuş. Aman bir fenalık erişmesin; ağız tadımıza ekşi çalmasınlar, korkusuyla doğru bildiğini dahi söylemekten havf ediyor millet. Gerçi satan çok amma, hakikatin alıcısı azdır bizde Baba!” dedi.
Sadırlarımız şişti, bunaldık tabii. Yusuf dayanamayıp, “Yahu şöyle toplanıp azıcık Nazım Hikmet okusak kalitemiz fena yükselecek, amma…” deyince makaraları koyverdik!